Yapboz İstanbul
Tarihi değerlerimize gereken özeni ve hassasiyeti göstermediğimiz hep söylenegelmiştir. Buna rağmen son yıllarda, toplumumuzda tarihi yapılara karşı bir merak ve ilgi oluştuğunu gözlemlemek sevindirici ama yeterli olmadığı da ortada. İstanbul'da öyle tarihi yerler var ki yıkılıp gidiyor ama kimse sorumluluk alıp bu yapıları kurtarmaya çalışmıyor. Yedikule'de en eski manastırlardan biri olan Studios Manastırı (İmrahor Camii) can çekişiyor ya da Fatih Sultan Mehmet'in kente ilk giriş yaptığı kapının etrafı tinercilerden geçilmiyor. Esasında bu sorun sadece günümüzün bir sorunu da değil. Osmanlı zamanında da tarihi yapılara gereken özenin gösterilmediğini söyleyebiliriz. Kiliseden camiye çevrilen yapılar çeşitli restorasyonlarla günümüze kadar iyi kötü korunabilmiş, buna sevinmemiz gerekir. Bazı yapılar da bir o kadar önemini kaybetmiş, ya da yok olmaya yüz tutmuş durumda. Mesela Cenevizlilerin inşa ettiği Galata'yı kuşatan surlar ilk modern belediye olan Beyoğlu 6. Daire tarafından 1850'lerden sonra yıktırılmıştır. Ortaçağ'ı hatırlattığı için, yeni kurulan modern Avrupa şehirlerinde de benzer uygulamaların olduğunu görmekteyiz. Hatta Avrupa'da kediler, köpekler modern kentleşmede ayak bağı olarak görülüp katledilmiş ve Osmanlı'da da benzer uygulamalar taklit edilmiştir. 1950-1960 arasındaki Vatan Caddesi'nin ve Sirkeci'den Yedikule'ye uzanan sahil yolu projesinin yapımı sırasında sayısız çeşme, cami, köşk ve başka bir sürü tarihi yapı yok olup gitmiştir. Yine Sirkeci'den başlayarak sahil boyunca uzanan tren yolu projesinde 1861 ile 1876 yılları arasında tahtta bulunan Sultan Abdülaziz'in tren yolu hattının saray bahçesinden geçmesi söz konusu olduğunda, 'Memleketime demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin, razıyım' demesi dönemin kodlarını vermesi açısından önemlidir.
İstanbul'un önemli eserlerini zamanla insan eliyle kaybetmesi dışında göz önünde bulundurulması gereken iki felaket daha vardır; yangınlar ve depremler. Öyle ki kentin tarihi aynı zamanda bu iki felaketin de tarihidir desek abartmış olmayız. Taştan yapıldığında depremlerin yıktığı, ahşaptan yapıldığında yangınların yaktığı İstanbul'un bir diğer felaketi de vebadır ama şimdi onu bir kenara bırakıp depremlerde yok olan bazı eserlere bakalım.
Yıl 1766, İstanbul'da çok şiddetli bir deprem olur ve halk, etkisi yıllarca sürecek olan bu felaketi "Küçük Kıyamet" olarak adlandırır. Fatih Camii ve Eyüp Sultan Camii tamamen yıkılır. Hatta Eyüp Sultan Camii 30 yıldan fazla öylece yerinde kalır. Bugün baktığımız Fatih Camii ve Eyüp Sultan Camii tüm çabalara rağmen maalesef kurtarılamayıp yeniden inşa edilmiştir. Zaten Fatih Camii de yine bir başka Bizans eseri olan Havariyyun Kilisesi'nin üzerine inşa edilmiştir. Yangınlar da aynı şekilde, bazen haftalarca devam ederek kentin görünümünü ciddi şekilde tahribata uğratabilmiş ve yeniden imar edilmesine sebep olabilmiştir.
Kentin yapısal dönüşümünde bir diğer faktör olarak da inançlar gösterilebilir. Hristiyanlık öncesi çok Tanrılı pagan inanışların hakim sürdüğü kentin özellikle de Sarayburnu civarı ve boğazın iki kıyısının çeşitli tapınak ve sunaklarla olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Denizcilikle uğraşan Yunan kent devletlerinin Akdeniz'den Karadeniz'e giderken kendisini koruması için Poseidon, Athena, Afrodit gibi Tanrılara adadığı birçok eser zamanla silinip gitmiştir. Hristiyanlığın kökleşmeye başladığı Bizans İmparatorluğu'nda (Roma İmparatorluğu) Sirkeci yakınlarındaki birçok pagan eserin İmparator I.Teodosius tarafından 4.Yüzyılın sonlarında yok edildiğini de kaynaklardan öğrenebiliyoruz. Yine benzer şekilde yeni yapılacak olan ibadethanelerin pagan tapınakları üzerine yapılırken bu malzemelerin kullanıldığı da sır değil.
Gelelim jeolojik etkenlerin kentin dönüşümündeki etkisine. Uzmanların aktardığına göre son 2500 yılda İstanbul en az 10 metre yükselmiş. Bu da demek oluyor ki toprak yükselirken birçok eser de zamanla yükselen toprağın arasında gömülü kalmış. Bu yüzden Bizans öncesindeki eserlerin birçoğunun toprak altında olduğunu da söyleyebilir. Yoğun kentleşme nedeniyle artık kazıların da yapılmasının imkansızlaştığı ve bu yapıların derinlerde kalacağı gerçeği önümüzde duruyor. Tam bu yazıyı yazarken İSKİ kazısında Unkapanı yakınlarında yerin bir kaç metre altında bir Bizans duvarının bulunduğu haberini öğrendim. Gidip kendi gözlerimle gördüğümde toprağın oluşturduğu kot farkını daha net anlayabildim. Acaba diyorum İstanbul'un altında başka bir kent var derken bu mu kastediliyor diye içimden geçirdim.
Tüm bu tahribata rağmen İstanbul'un bu kadar tarihi yapıyı koruyabilmiş olmasına sevinelim biz yine de. Çünkü öyle istilalar yaşadı ki bu kent, taş üstünde taş bırakılmadı. 4.Haçlı Seferi'nde gözü dönmüş canilerin yağmaları ve tahribatı içimizi acıtacak şekilde zarar verdi İstanbul'a. Bu işgal tam 57 yıl sürdü ve Bizans bir daha tam anlamıyla toparlanamadı, ekonomisi ciddi anlamda çöktü. Türkler İstanbul'u fethettiğinde eski şaşaalı yüzyıllarından geriye çok az şey kalmış, yıkık dökük, bakımsız bir kentle karşılaşmıştı. Bunu da bir başka yazımızda ele alalım.